TR
EN

İznik Çinisi

Mavi ateşin düştüğü yer İznik. İznik neresi? Osmanlı’nın ilk başkenti. Osmanlı neresi? Selçukludan sonra bizim rönesansımız... Akdeniz ve geniş Balkan coğrafyasının görgüsüyle olgunlaşıp harlanan o mavi ateş, hâlâ süslediği yapıları ve dahi çevresini aydınlatıyor, şifalandırıyor.

Tanpınar’ın dediği gibi Bursada, İznikte Atalarımız adeta inşa etmemiş ibadet etmişler”. Bugün aynısı, 400 yıllık bir molanın ardından orijinal reçetelerle İznik Vakfı’nda sürüyor.  Vakıf, dünyanın farklı yerlerinde yaptığı 50’den fazla anıt eserle İznik çinisinin kadim renk ve desenlerini, içeriğindeki kuvarsla şifalı ruhunu, insanlığın başucunda tutmaya devam ediyor.

Dört asır kadar önce Osmanlı ekonomisinin bozulmasıyla tarihe karışmış bir sanatı küllerinden canlandırmak kolay değil elbet. İznik çiniciliğinin bugünün teknolojisine kalite ve estetiği bozmadan adapte edilebilmesi, İznik Vakfı'nın 1995'ten sonra yoğunlaşan gayretleriyle mümkün oldu. Bu konuda ayrıcalıklı bir yere sahip vakıf evvela İznik Çini Araştırma ve Geliştirme Laboratuvarı ile İznik Çini ve Seramik (San.Tic. Ltd. Şti) şirketini kurdu. İstanbul Teknik Üniversitesi, Mimar Sinan Üniversitesi ve TÜBİTAK'ın yanı sıra ABDden Princeton Üniversitesi ile MIT gibi kurumlardan yerli ve yabancı uzmanlarla çalışarak orijinal İznik çinisine yeniden ruh verdi. İşte yine aynı şifalı ruhtan söz ediyoruz. Kuvars…

SIRRI KUVARS

Osmanlı döneminde sanatın en yüksek mertebesine erişmiş çiniyi anlatmaya hamurunda yüksek miktarda bulunan "kuvars"la başlamak gerek. Çünkü çini sağlamlığını, canlı renklerini, parlaklığını ve derinliğini kuvarsın yoğunluğuna borçlu. Mesela çini ile seramik arasındaki fark da burada, kuvarsta ortaya çıkıyor; ki biliyorsunuz ikisi ziyadesiyle karıştırılıyor. Seramikte çok düşük oranda kullanılan kuvars, İznik çinisinin her 4 katmanında da var. Buna bisküvi denilen ham karoda, çizim kolaylığı sağlayan astarda, metal oksitlerden oluşan renklerde ve en son katman olan sırda…

Dünya sanat tarihi içinde çok önemli bir yeri olan Türk çini ve seramik sanatının geçmişi 8inci ve 9uncu yüzyıllara, Uygurlara kadar uzanıyor. Bu zaman zarfında da Türk sanatında çini kullanımını iki şekilde tarif etmek mümkün: Mimarlıkta kullanılmak üzere üretilen çiniler… Ve evani yani tabak, çanak, bardak, vazo olarak üretilen çiniler... Çini sanatının ilk rönesansı Büyük Selçuklu ile başlayıp Anadolu Selçukluları ile sürüyor. Anadolu Selçukluları, çiniyi Anadolu'nun çok renkli kültürüyle birleştirerek başarılı bir senteze ulaşırken İznik çini sanatının temelleri de atılmaya başlıyor.

ANADOLU SELÇUKLULARINDA ÇİNİ

Bu dönemdeki en önemli teknik gelişmeler, sırlı tuğla tekniği ve düz renkli çiniler... Firuze, kobalt mavi, patlıcan moru ve siyah renkle üretilen sırlı ve sırsız tuğlalar, değişik düzenlemelerle yatay, dikey, zikzak veya diyagonal kompozisyonlarla kullanılıyor.

Anadolu Selçukluları’nın çini sanatına getirdiği bir başka yenilik ise 16ncı yüzyıl ortalarına kadar kullanılan mozaik tekniği... Geometrik kompozisyonların oluşturulduğu bu teknikte bitkisel motifleri, kufi ve sülüs yazıları yine kobalt mavi, patlıcan moru, firuze ve siyahla görüyoruz. 

Duvar süslemelerinde kare, altıgen ve üçgenlerden oluşan düz ve yaldızlı çiniler de bu dönemde göze çarpıyor. İbadet eder gibi maddeye ruhunu veren çini üstatları, bu teknikler dışında sivil mimaride ve saraylarda minai, sıraltı ve lüster gibi farklı teknikler de kullanmış. Saray hayatını anlatan minyatürlerle öne çıkan minai tekniğinin en yetkin örneklerini Konya Alaaddin Sarayı'nda görmek mümkün. Mor, mavi, firuze, yeşil, kırmızı, kahverengi ve siyahla kullanılan bu teknikte boyaların bir kısmı sıraltına işlenir, bir kısmı ise sırüstüne işlendikten sonra ikinci kez fırınlanır. Firuze, kobalt, yeşil, mor ve siyah renkler tercih edilen sıraltı tekniğinin en güzel örnekleri ise Kubadabad Sarayı'ndadır. Sanat tarihinde önemli bir yere sahip bitkisel desenlerin yanı sıra insan ve hayvan motiflerinin kullanıldığı sıraltı tekniğinde, adından da anlaşılacağı gibi boyalar sırrın altına işlenir ve sonra fırınlanır.

Yine Kubadabad Sarayı'nda en güzellerini görebileceğimiz lüster tekniğinde, kahverengi ve sarı tonlarındaki desenler gümüş ve bakır alaşımlı bir karışımla sırüstüne sürülür ve ikinci kez fırınlanır. Burada da bitkisel desenler, insan ve hayvan motifleri göze çarpıyor.

ÇİNİNİN RÖNESANSI: OSMANLI

Çinicilik açısından sönük geçen Beylikler Dönemi'nin ardından Anadolu Selçukluları bu sanatı en parlak eserlerle Osmanlı’ya taşıdı. Sarayın büyük desteğiyle farklı tekniklerin, renk ve desenlerin geliştirilmesiyle çini asıl rönesansına başladı.

Osmanlı çiniciliğinde öncelikle renkli sır tekniğiyle karşılaşıyoruz. İlk örneklerini 14’üncü Yüzyıl sonu 15inci Yüzyıl başlarında gördüğümüz bu teknikte, beyaz astarlı kırmızı hamur kullanılıyor. Desenler basılarak veya kazılarak işlenip üzeri renkli sırla boyanıyor. Bitkisel motifler, küfi, sülüs yazı ve geometrik motifler firuze, kobalt, leylak, sarı, siyah, fıstık yeşili, altın yaldız gibi çok farklı renklerle canlanıyor. Bu çinilerin en güzel örnekleri, Bursa ve Edirne'deki camilerde hafızamıza kazınmış.

MİLET İŞİ DEĞİL İZNİK İŞİ

Burada, erken Osmanlı Dönemi'nde Selçuklu geleneğini sürdüren, günlük yaşantıda kulanılan İznik yapımı seramiklere bir parantez açmamıza müsade edin! Böylece düzeltilen bir yanlışın da altını çizelim… İznik seramiklerinde kırmızı hamurla şekillenen eserler, şeffaf sıraltına mavi, firuze ve mor renklerde boyanmış. Çok çeşitli bitkisel ve hayvan motiflerinin süslediği kompozisyonlarda maden sanatının etkileri de gözleniyor. Bu seramikler Milet antik şehrindeki kazılarda bulunduğu için yanlışlıkla Milet işi” olarak adlandırılmış ancak İznik'teki kazılarda bu seramiklerin 14’üncü yüzyıl sonuna doğru İznik'te üretildiği kesinlik kazandı.

YENİ BİR DÖNEM BAŞLIYOR

Hâsılı, 1500lü yılları Osmanlı çini sanatı açısından yeni bir dönemin başlangıcı olarak kabul edebiliriz. Bu dönemde ilk olarak mavi-beyaz teknik geliştirildi. 17nci Yüzyıl ortalarına kadar süren bu tekniğin en belirgin özelliği sert ve beyaz hamurdan üretilmesi. Osmanlı saray nakkaşlarının elinden çıkan desenler İznik atölyelerinde uygulandı ve pişirildi. Mavi-beyaz tekniğin desenlerinde yoğun olarak 15inci Yüzyıl Ming porselenlerinin etkisi görülüyor. Üretilen karolardaysa altıgen form ön plana çıkıyor. Peki bu çinilere nerede rastlıyoruz? Elbette Topkapı Sarayı'nda... Mavi-beyaz dönemde yer alan desenleri Baba Nakkaş ve Haliçişi olarak gruplandırmak gerekir. Baba Nakkaş üslubunda hatayi, rumi ve bulut stilize olarak kullanılıyor. Ana renk kobalt mavi ve tonları... Haliçişi'nde ise helezonların üzerinde küçük yaprak ve çiçekler yer alıyor.

16ncı yüzyılın ikinci yarısından itibaren çiniler sıraltı tekniğiyle ve İznik'te üretiliyordu. Bu yüzyılın ortalarına kadar yanlışlıkla “Şam işi” olarak adlandırılan evaniler de yine İznik'te üretilmişti. Çiçek ağırlıklı bu üslup kobalt mavi, firuze yanında patlıcan moru ve kimyon yeşiliyle renkleniyordu. Duvar karosu birkaç yapının dışında kullanılmamıştı.

MUHTEŞEM YÜZYIL!

Çini üretimi, 16 ve 17nci yüzyıllarda klasik Osmanlı mimarlığıyla yanak yanağa büyük gelişme gösterdi. Rasyonel bir duruşla farklılaşan, bir zaviyeden bakıldığında Batı’ya doğru bakan küresel bir imparatorluğa dönüşümün olgunluğunun yaşandığı bu dönemde, yapılardaki hacim ve boyutlar büyürken süslemeler azaldı. 16ncı Yüzyıl İznik çini sanatının dünya seramik literatüründe halen zirvede olmasında en büyük paya sahip isimler birbiri ardına geldi: Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566), II. Selim (1566-1574) ve III. Murad (1574-1595) ve tabii bilhassa yarım asır saray baş mimarı olarak inşaa etmeyip adeta ibadet eden Mimarbaşı Sinan...

Mimar Sinan, bütün mimari unsurları bir yapı birliği içinde muazzam bir ahenkle sunma gayesindeydi. İznik çinilerini en mükemmel biçimde Rüstem Paşa Camii, Sokullu Mehmet Paşa Camii ve Topkapı Sarayı'nın bazı bölümlerinde kullandı. Sinan'ın mimari çinilerini mekân ve yapı sistemlerinin vazgeçilmez bir parçası olarak, yapının duygusal taşıyıcısı gibi kullandığı en önemli eseriyse Selimiye Camii. Sanat tarihçilerine göre Sinan, zamanın en görkemli yapılarında çiniyi kullanırken öyle büyük bir ustalık sergiledi ki çiniye boğmadan bu eserlerin insana vaatlerini bu dünyanın ötesine geçen bir görkeme kavuşturdu.

Kanuni ve Mimar Sinanla çini sanatı muhteşem dönemini yaşarken aslında sıraltı tekniğinin de en parlak dönemini yaşadığını söyleyebiliriz. Bu dönemde karo ve evanilerde kobalt mavisi tonları, firuze, yeşil, siyah, kahverengi, kabarık mercan kırmızıları hatayi, rumi ve bulutlu kompozisyonlara uygulandı. Burada saray başnakkaşı Karamemi ekolünün unutulmaması gerekir. Karamemi ekolü, doğal bir üslupla çizilen lale, karanfil, sümbül, gül, zambak, menekşe, servi, bahar dalları, asma yaprakları ve serbest kompozisyonların altını çizerken aynı zamanda kalyonlar ve balıksırtı desenleri, hayvan figürlerini çok çeşitli evani formlarda ortaya çıkarıyordu. Bu çinilerin en güzel örnekleri Süleymaniye Camii, Rüstem Paşa Camii ve Kanuni Sultan Süleyman Türbesi'nde bulunuyor.

Çini sanatının zirvesini oluşturan bu eserlerin arkasında Sinan ve onun gibi mimarlar var ama onların da arkasında 16ncı Yüzyıl’ın ikinci yarısında saraya bağlı çalışan 45'i tasarımcı ve ressam 600 sanatçı yer alıyor. Binalarda kullanılacak çinilerin tasarımları, mimarlarla sanatçılarının birlikte çalışmalarının ürünü.

İZNİK ATÖLYELERİ KAPANIYOR

17nci Yüzyıl ortalarına kadar titiz bir şekilde süren karo ve evani üretimi, sonrasında ekonomik sıkıntılar nedeniyle bozulmaya başlıyor. Zamanla İznikteki ustalar çinilere ruhlarını katmayı bırakıyor, renkler geleneksel özelliklerinin dışına çıkıyor, daha da kötüsü desenler özensizleşiyor. O dönemde artık saray dışındaki müşteriler için üretim yapan İznik atölyelerinde, saraydan gelen siparişler geciktiriliyor. Ve acı son: 18inci Yüzyılda İznik atölyeleri tamamen kapanıyor. Bu arada da 14’üncü Yüzyıldan beri faaliyette olan başka bir merkez, Kütahya öne çıkıyor. Kütahyada üretilenleri serbest desenli, farklı teknikle üretilmiş evaniler olarak tarif edebiliriz. Ancak 19uncu Yüzyıl’ın başlarında Kütahya'da da durgunluk baş gösteriyor. On yılların ardından üretim yeniden canlansa da kendi kimliğine bir daha kavuşamıyor.

Bu arada İznik atölyelerinin kapanmasıyla ortaya çıkan boşluğu doldurmak için Kütahya'nın yanı sıra İstanbul'da Tekfur Sarayı’nda da alternatif bir çini merkezi kuruluyor. Ne var ki bu imalathanede üretilen çiniler de İznik kalitesiyle boy ölçüşecek düzeye hiç ulaşamıyor. 30, 40 yıl sonra ondan da eser kalmıyor. 

Velhasıl aradan 400 yıl kadar geçti. İznikte çini ateşi, İznik Vakfı’nın yoğun çalışmalarıyla 1995te yeniden alevlendi. İznik Vakfı dünya seramik literatüründe dört asırlık bir araya rağmen hâlâ zirvedeki yerini koruyan İznik çinisini bugünün teknolojisiyle, ama kaliteyi ve estetiği bozmadan aktarmayı başardı. Muhteşem bir yüzyıldan miras sanatına kavuşan İznikte, İznik Vakfı’nın atölyesinde, usta sanatkârlar yine ibadet eder gibi çalışıyor.